“Umarım bebeğini seversin. Umarım oğlan olur. Kocan olacak şu adam, umarım hep iyi davranır sana, zira aksi takdirde hayaletim siyah bir duman gibi, çıldırmış bir dev gibi, onun içinden çıkacak ve onu lime lime edecektir.” – Lolita
“Ben Amerikalı bir yazarım” diye tanımlardı kendini. “Rusya’da doğdum. Gençliğim orada geçti. İngiltere’de Fransız edebiyatı okuyup, on beş yıl da Almanya’da yaşadım. Ve en sonunda, 1940 yılında Amerika’yı kendi ülkem olarak seçtim, artık evim Amerika’da.”
Vladimir Nabokov, 1899 yılında, seçkin bir aristokratın ikinci erkek çocuğu olarak Saint Petersburg’da dünyaya gelir. Fransız, Alman, İsviçreli özel hocaların denetiminde küçük yaşta üç farklı dilde okumaya başlayan Vladimir, her türlü spor dalında da başarılıdır. Yılın yarısını Avrupa’nın başkentlerinde, diğer yarısını ise ülkesinin değişik bölgelerine yayılmış malikânelerinde geçiren Vladimir’in bu konforlu, lüks yaşamı 1917 Bolşevik ihtilali ile sona erecektir.
Nabokov henüz on yaşındayken, ailesiyle yazları tatil yaptığı Fransa kıyılarında Colette adında bir kıza âşık olur. Bir gün kıyıda midye kabukları toplarlarken küçük kız Vladimir’i usulca yanağından öper. Şaşkınlığın utanca dönüştüğü o anda Vladimir’in dudaklarından “seni küçük maymun” sözcükleri dökülür. “Aslında meşhur olan ben değilim, Lolita.” diyen yazar, ünlü eserini bu unutulmaz anı üzerine kuracaktır.
Nabokov, Berlin’de yazdığı Laughter in the Dark – Karanlıkta Kahkaha adlı ilk eserinde orta yaşlı bir erkeğin genç bir kıza olan tutkusunu ele alır. Fransa’da kaleme aldığı The Enchanter yine benzer bir konuya odaklanır. Bu üçlü, Lolita ile zirveye oturur (1955). Romanın erkek kahramanı Humbert’in de tıpkı Nabokov gibi bir çocukluk aşkı vardır. Yazar, çok sevdiği ünlü şair Edgar Allan Poe’nun “Annabel Lee” adlı büyülü şiirindeki genç kıza gönderme yaparcasına Humbert’in ölmüş olan ilk aşkına eserinde Annabel Leigh adını verir.
It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of ANNABEL LEE;
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.
Seneler seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı belki bilirsiniz;
İsmi Annabel Lee
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Ve sevmekten başka beni (Çeviri: Melih Cevdet Anday)
Amerika’daki yayınevlerinin başlangıçta ilgi göstermediği roman ilk olarak Paris’te basıldığında okurlarını şu çarpıcı cümleler karşılar: “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum. Lo-li-ta: dilin ucunun damaktan aşağı üç adımlık bir yolculukla inip üçüncü adımda hafifçe dişlere dokunuşu. Lo. Li. Ta.”
Tıpkı Nabokov gibi Avrupa kökenli bir entelektüel olan Humbert Humbert, Amerika’nın doğu kıyılarındaki bir kasabaya yerleşir ve Charlotte Haze adlı dul bir kadının evinde kalmaya başlar. Orta yaşlı edebiyat öğretmeninin kültürel cazibesinden etkilenen Charlotte, Humbert’la ilgili hayaller kurarken, şehvetli küçük kızlara takıntılı kiracısı ev sahibesinin on iki yaşındaki kızına ilk bakışta vurulmuştur bile.
“Aşktı bu, ilk bakışta, son bakışta, sonsuza dek bakışta aşktı.”
Dolores (Lolita) fettan bakışlarıyla Humbert’e gençlik aşkı Annabel Leigh’i hatırlatmıştır. Annesini kıskandırmaktan, evlerine gelen adamın ilgisini çekmekten garip bir haz duyan küçük kız önüne çıkan her fırsatı değerlendirmektedir. Göz koyduğu erkekle baş başa kalmak isteyen Charlotte ise kızını bir yaz kampına gönderdikten sonra Humbert’a evlenme teklif eder. Aksi halde kiracısını kovacaktır. Oysa geçkin öğretmenin duyguları, düşünceleri bambaşka yerlerdedir:
“Vahşi bizonları ve melekleri, kalıcı pigmentlerin sırrını, kâhince soneleri, sanatın sığınağını düşünüyorum. Senin ve benim paylaşabileceğimiz tek ölümsüzlük bu, Lolita’m.”
Lolita’sından ayrı düşmek istemeyen Humbert, mecburen Charlotte ile evlenir. Bir süre sonra Humbert’in günlüğünden kocasının kendi kızına olan ilgisini öğrenen genç kadın, hezeyan içinde evden dışarı fırlar ve bir arabanın kendisine çarpmasıyla anında ölür.
Bir anda hayalleri gerçek olan Humbert üvey kızını kamptan alır ve bir motele götürür. İlk gece planladıklarını gerçekleştiremeyen çılgın adam, bir sonraki sabah, kaldığı kampta bakireliğini yitirmiş olan üvey kızının kendi rızası ve kışkırtmasıyla dileğine kavuşur. Tutkusunda cinselliğin ötesinde kırılgan bir şiirsellik vardır:
“Tepemizde, ince uzun yaprakların siluetleri arasında, bir yıldız kümesi solgun solgun parlıyordu; o kıpır kıpır gökyüzü, kızın ince elbisesi içinde olduğu kadar çıplak görünüyordu. Yüzünü göğe karşı gördüm, tuhaf bir biçimde belirgindi, sanki kendi içinden hafif bir ışık yayıyordu.”
Nabokov, Humbert’i ve üvey kızını Amerika’nın kentlerinde, kasabalarında otelden otele, motelden motele aylarca dolaştırır. Yazar, hikâyenin arka planında Avrupa’dan yeni gelen bir göçmenin gözünden genç Amerika’yı, yirminci yüzyılda koşar adım ilerleyen bu ülkedeki baş döndürücü hızlı değişimi anlatmaktadır.
Öte yandan, tüm bu olup bitenleri Humbert’in kaleme aldığı anılarından takip edebilen okurlar, Lolita’nın üvey babasının baskısına boyun eğen mağdur bir masum mu, yoksa baştan çıkartan oyunlarıyla üvey babasını kendine köle eden bir kız mı olduğuna bir türlü karar veremezler.
“Hayal et beni; sen hayal etmezsen var olamam ben; içimde, kendi günahımın ormanında titreyen ceylanı sezinlemeye çalış; hatta biraz da gülümseyelim. Ne de olsa, gülümsemekten bir zarar gelmez.”
İlk olarak yayınlandığı Fransa’da sınırlı bir satış rakamına ulaşan roman İngiltere’de yayınlanıp ülkenin etkili yorumcularından tepki alınca yasaklanır. Bu sansürle birlikte romanın müstehcenliği tescil edilmiş olur ve okurun ilgisi misliyle artmaya başlar. Ve nihayet yazarın yaşadığı ülkede, yani Amerika’da yayınlanan eser, ilk üç ayda tüm zamanların en büyük satış rekorlarını kıracaktır.
“Hayat kısa. Buradan şu çok iyi bildiğin eski arabaya kadar yirmi yirmi beş adımlık bir mesafe var. Çok kısa bir yürüyüş. O yirmi beş adımı at. Şimdi. Hemen şimdi. Olduğun gibi gel. Ondan sonra sonsuza kadar mutlu olacağız.”
İlk yıllarda yalnızca müstehcenliğiyle anılan Lolita, bir süre sonra satirik bir komedi ve çarpıcı bir roman olarak nitelendirilmeye başlar. Lolita kelimesi pop kültürde cinselliği erkenden keşfetmiş küçük kızlar için kullanılan bir sıfat haline gelir. Yıllar geçtikçe, Nabokov’un bu romanında Flaubert, Proust, Balzac gibi yazarların eserlerine atıfta bulunmuş, Lewis Caroll’un “Alice Harikalar Diyarında” adlı eserini alıntılamış, Charlie Chaplin’in evlendiği 16 yaşındaki ikinci karısı Lita Grey’e gönderme yapmış olması öne çıkar.
Ve en nihayetinde, Lolita yirminci yüzyılın en başarılı edebi eseri kabul edilecektir. Bir edebiyat eleştirmeninin deyişiyle, Lolita’yı okumak “bir ip cambazının ‘Don Giovanni’ aryaları söylerken aynı anda ‘Kuğu Gölü’nü oynamasını izlemeye” benzer.
“Yalnızca düşünceler dünyasında değil, nesneler dünyasında da yaşıyoruz biz. Deneyim olmaksızın kelimeler anlamsızdır.”
Hikâyenin devamında Lolita ve üvey babası kasabalarına geri döner ve görünürde uyumlu bir aile imajı vermeyi başarırlar. Öte yandan Humbert, sonunu göremediği karanlık bir tünelin içinde hızla ilerlediklerinin farkındadır. Huzursuzdur: “Lolita’ya sonsuza dek âşık olmuştum, ama onun sonsuza dek Lolita olmayacağını da biliyordum.”
Genç kızlığa adım atan Lolita, okulundaki bir piyeste oynarken kendine yeni bir âşık bulur. Yalnızca çıkarlarının peşinde koşan, ne idüğü belirsiz bu genç yönetmenle birlikte kaçar. Ama onunla yaşadığı fırtınalı hayattan kısa sürede yılan genç kız, en sonunda sıradan bir işçiyle evlenir ve on yedi yaşında hamile kalınca da üvey babası Humbert’tan yardım ister.
“Ve şimdi, ölmekte olan günün çiseleyen yağmurunun içinden sürüyordum arabayı, silecekler son hız çalışıyor ama gözyaşlarımla başa çıkamıyorlardı.”
Karmakarışık hisler içinde Lolita’sına koşan Humbert neyle karşılaşacağını, ne yapacağını bilemez: “Atışmalarımıza rağmen, onun o her şeyi abartmasına ve surat asmalarına rağmen ve olayın toptan bayağılığına, tehlikesine ve o korkunç umutsuzluğuna rağmen, ben hala seçilmiş cennetimin derinliklerindeydim, gökleri cehennem alevlerinin rengindeydi ama sonuçta yine de cennetti.”
Tüm ısrarlarına rağmen Lolita’yı geri dönmeye razı edemeyen Humbert, yine de Charlotte’tan kalan evin satışından kendisine düşen payı üvey kızına verir.
Ruhi dengesini tümüyle kaybetmiş bir şekilde evine döndüğünde Humbert, Lolita’yı elinden alan yönetmenle karşılaşır. Yaşanan şaşkınlık, atışmadan kavgaya, en sonunda da cinayete dönüşür. Hapse atılan Humbert kısa bir zaman sonra öleceğini bilerek, tutuklu bulunduğu hücrede anılarını yazmaya devam eder.
Önceleri davranışlarını tüm samimiyetiyle, dürüstlüğüyle ve hüznüyle anlatıp, bir nevi okurun sempatisini kazanmaya çalışan orta yaşlı edebiyat öğretmeni, artık anılarında kendisine küfürler yağdırmakta, tüm yaptıklarını aşağılamakta, kendince suçlarını itiraf etmektedir.
“Bilirsin işte, ölümün en korkunç tarafı tamamen kendi başına olmandır.”
Lolita, roman olarak tüm dünyada satış rekorları kırarken bir yandan da 1962 yılında Stanley Kubrick ve ardından 1997 yılında Adrian Lyne tarafından beyaz perdeye aktarılır.
Röportajlarında her ne kadar “Amerika’yı çok sevdim, zira orada kendimi evimde gibi rahat hissediyorum” dese de, Lolita romanından elde ettiği servetle Nabokov bu kez de 1961 yılında ailesiyle birlikte İsviçre’ye göçer. Lüks bir otelin üst katını kapatan ünlü yazar, 1977 yılında ölünceye kadar eşi Vera ile birlikte artık Montrö’de yaşayacaktır.
Lolita’nın edebiyat dünyasındaki çarpıcı serüvenine belki de usta yazarın şu sözleri ışık tutacaktır:
“Takdire değer okur kendisini okuduğu kitaptaki erkek ya da kadınla değil, o kitabı yaratan, kurgulayan akılla özdeşleştirir.”
Hasan Saraç