Karantina, Maske ve Edebiyat

Hepimizin yaşayarak deneyimlediği, tarifi zor bir zamandan geçiyoruz. Dilimizde yeni kelimeler: Karantina, kolonya, dezenfektan, maske…

Vaktiyle yazmıştım insan yalnızlığına sahip çıkmalı diye, birçok faydasının yanında bir de karantinada lazım olacakların en başına eklendi. Yalnızlığımızı taçlandırdığımız edebiyat ise bir ışık gibi parıldıyor bugünlerde. Bir kor gibi harlanıp sönen enerjimin ana kaynağı sanat oluyor zor günlerde. Sanat ne için var sorusuna yanıt niteliğinde.

Biraz sanata, biraz felsefeye tutunuyor, o tutamakları bir bir sıralıyor: ölüm varsa biz yokuz, biz varsak ölüm yok, her şey geçicidir, zaman iyileştiricidir diyor, sonra bir şiir okuyorum:

“Sana buraya bazı şeyler koyuyorum.

Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun.

Olmazsa da olsun bir zararı yok burada dursun.

Şuraya bir cümle koydum.

Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var?

Dünyanın acısını başkaları da duysun!”*

Bu acıyı en iyi yansıtacak olan satırları ileride okumanın hayalini kuruyorum. Düş gücü diyor William Blake “Belirsiz bir karaltıdan başka bir şey olmayan bu sönük evrenin gerçek ve ölümsüz dünyasıdır.”

Bugünün satırlarını beklerken, geçmişten gelenleri heybeme atıp, her birine tek tek sarılıp güç buluyorum. 1300’lü yılların ortasında yazılan Boccaccio’nun Decameron hikayelerinde veba salgınından kaçan ve birbirine tutunarak her gün birbirlerine öyküler anlatan kahramanları gibi hikayelerle, bugüne dek yazılmış olanlar ile atlatıyorum bugünleri. Goethe’nin vaktiyle belirttiği ikilemi içimde duyarak: “Dünyadan kurtulmanın sanattan daha iyi bir yolu yoktur; ama insan dünyayla en sağlam bağı da sanat aracılığıyla kurar.”

İçimdeki sarkaç bir oraya bir buraya savrulur, haberlerde rakamlar gün be gün katlanırken, her bir rakamın kim bilir kaç dünyayı kararttığını düşünüyorum. Albert Camus’nün tek başına mutlu olmanın utanılacak bir şey olduğunu yazdığı Veba romanı geliyor aklıma ve satırları dökülüyor bir bir ardından:**

“Belleğinde sayılar uçuşuyordu ve tarihin gördüğü otuz kadar büyük vebanın yaklaşık yüz milyon kişinin ölümüyle sonuçlandığını aklından geçiriyordu. Ancak yüz milyon ölü nedir? Savaşta insan ölüyü diriyi bilmez. Nasıl ölü bir adam ancak ölü halde görüldüğünde önem taşırsa, tarih sahnesine saçılmış yüz milyon ceset de hayalimizde silik bir görüntüden başka bir şey değildir.”

“Onların gözünde veba, nasıl geldiyse bir gün öyle gidecek istenmeyen bir konuk gibiydi. Korkmuşlardı, ancak umutsuz değillerdi; vebaya kadar sürdürdükleri varoluşu unutacakları, vebanın onların yaşam biçimi olarak karşılarına çıkacağı o an daha gelmemişti. Sonuçta beklemedeydiler. Başka sorunlara karşı olduğu gibi, dine karşı da veba, kayıtsızlıktan olduğu kadar tutkudan da uzak, ‘nesnellik’ sözcüğüyle tanımlayabileceğimiz bir tinsel nitelik kazandırmıştı onlara.”

“…bir vebalı olmak çok yorucudur. Vebalı olmamayı istemekse daha da yorucudur. İşte bu nedenle herkes yorgun gibi duruyor, çünkü bugün herkes biraz vebalı.”

Bugün de bütün dünya biraz koronalı, biraz yorgun… Nasıl da bir bellek oluşturuyor edebiyat ve sarıp sarmalıyor her devri, karantinada dışarıya kapattığımız kapıları içe doğru nasıl da açıyor katman katman… Gerçeğin maskesini aralıyor, dünyayı görme biçimimizi değiştiriyor.

Kurmaca dünyada salgınla mücadele eden bir başka kitaptan Jose Saramago sakin bir bilgelikle fısıldıyor kulağıma:***

“…beklemek, zamana zaman tanımak gerekir, her şeye egemen olan zamandır, zaman, kumar masasında karşımızda oturan öteki kumarbazdır ve bütün kartlar onun elindedir, bizler ancak yaşam karşılığında o masadan bir şeyler kazanırız, kendi yaşamımız karşılığında…”

“Ne mutlu ki, mutlulukların felaket getirdiğinden pek söz edilmese de felaketlerin mutlu sonuçlar doğurmasına sık rastlanıyor, insanlık tarihi bunu kanıtlıyor, dünyamızın böyle çelişkileri var işte ve bazı çelişkiler üzerinde daha fazla duruluyor…”

Bütün bu anlatılardan geçerek anlamaya çalışıyorum gerçeği, dünya ile bağlarımı güçlendiriyorum. Karantinada bir yere gidemediğimiz şimdilerde sanat, uçuş biletlerimiz, hiçbir zaman rötar yapmayan, bizi kanadında her yere taşıyan… Hayat ve umut her daim iç içedir. Tüm bu yaşananların en kısa zamanda birer anı ve anlatıya dönüşmesi umuduyla…

Ayşen atalay Erol

*Birhan Keskin/ Kargo Şiiri

** Albert Camus/ Veba / Can Yayınları

***Jose Saramago/ Körlük/ Can Yayınları

Önceki İçerikBasit ve Sade Yaşa – 5 – Çalışma Hayatında ve Ofiste Sadeleşme
Sonraki İçerikStefan Zweig Üzerine: Bir Doktorun Akıl Tutulması
Ayşen Atalay
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. İş hayatında çeşitli sektörlerde satış ve pazarlama alanlarında hizmet verdikten sonra, kendi kanatlarımla özgürce uçmaya karar verdim. Evliyim ve 2011 doğumlu bir oğlum var: Umut, Ada Atalay. Yazının gücüne her zaman inanırım. Söz uçar yazı kalır sözü benim için sadece genel geçer bir kavram olmayıp içselleştirilmiştir. Yazmak, yazdıkça tutkuya dönüşen bir eylem aynı zamanda, tutkuyla yapılan ve okudukça beslenen. İşte tam da bu nedenle, Martı Dergisi’nin sayfalarında hayata, kitaplara, ilgi duyduğum alanlara dair izdüşümlerimi paylaşıyorum. İlginizi çeken her satırda birlikte kanat çırpmak dileği ile…