Güzel bir bahar gününde ayaklarım ruhumu ve yüreğimi tarihe, bambaşka bir dünyaya taşıdı. Burası Antik dünyanın Zephyrion’u. Kalenin adı ‘Aziz Petros Kalesi’. Ve işte tam da bu kalede, artık çok gerilerde kalmış olan zamanların içinde, kazılardan çıkan eserlere merakla bakarak, açıklamaları okuyarak aheste aheste gezindim iki üç saat boyunca… çağdan çağa atladım…
Hikâyesi çok eskiye dayanıyor: 15.yy. başında St. John Şövalyeleri, diğer adıyla Hastaneci Şövalyeler ya da Rodos Şövalyeleri, inşa etmiş kaleyi ve 1522’de Kanuni Sultan Süleyman Rodos’u fethedene dek orada yaşamışlar… Bu muhteşem eserin, basamaklarına kim bilir kimlerin basarak aşındırdığı taş merdivenlerinden inip çıkıyorum… Kaktüsler ve tavus kuşlarıyla harmanlanmış tarihe teslim ediyorum kendimi canı gönülden… Gözlerimin önünde sessizce duran, bazıları Maussolleion’un kalıntıları olan, her şeyin şahidi taş duvarlara büyülenmişcesine dokunduğum anda, duvarlar kalenin 1895’te hapishaneye dönüştürülmüş olduğunu fısıldıyor bana birden… 1. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar nasıl da kıyıp bombalamışlar bu güzel eseri! İtalyanlar tarafından 1921’e kadar karargâh olarak kullanılmış. Kuş seslerinin eşliğinde ve rengârenk doğanın kucağında, avlulardan kulelere geçiyorum, kulelerden masmavi denize uzanıyor bakışlarım. Yelkenliler, gemiler ve bembeyaz Ege evleriyle buluşuyor gözlerim bu nefis bahar gününde…
St. John Şövalyeleri çok uluslu olduğundan, kalede Fransız, İspanyol, Alman, İtalyan ve İngiliz kuleleri var. Her kule birbirinden farklı. Gözlerim minareye takılıyor: 1416’da inşa edilmiş olan şapel üzerindeki minare bombalanma esnasında yıkılmış, 1997’de tekrar yapılmış. Osmanlı Dönemi’nde hamam da eklenmiş. Adım adım ilerlerken kendimi Erken Tunç Dönemi’ne ait mezarların içinde buluyorum… Pithos (küp) gömü geleneği varmış o zamanlar. Ölüler küplerin içine cenin pozisyonunda yerleştiriliyormuş. Yanına da gittiği yerde kullanması için toprak kaplar, takılar, silahlar bırakılıyormuş. Onlar için ölüm bu dünyadaki yolculuğun son anı ve yeni bir yaşamın başlangıcıymış. Derken taş yollar beni Orta çağ kalıntılarına, kazılarda ortaya çıkan mezarlara götürüyor. Bu mezarlarda tüm bireylerin başları batıya gelecek şekilde, kolları karınları üzerinde birleştirilerek gömülmüş olduğunu öğreniyorum. Ve bunu hayal edince ürperiyorum elimde olmadan…
Bizans Dönemi Hristiyan Yunan toplumu için tipik bir gömü biçimiymiş bu tarz. Derin nefes alma ihtiyacı duyarak kendimi avluya atıyorum. Karşıma mermerden yapılmış sunaklar çıkıyor, üzerlerinde girlandlar, boğa başları kabartma olarak işlenmiş. Bu sunaklar aile mezarlıklarında kullanılmış. Ailenin üyeleri belirli günlerde temiz giysiler içinde mezarlığa giderek sunak etrafında toplanır, üzerinde kurban keser, tütsü yakar, meyve, ekmek ve içecek bırakırlarmış. Tütsü ateşinden kor alır, bir kap içindeki suya atar ve bu suyu mezarların üzerine serperek ölenlerin rahat uyumaları için dua ederlermiş. Bu esnada kulağıma böyle bir törende çalınan lir ve flüt sesleri geliyor. İrkiliyorum.
Hellenistik dönem boyunca kullanılmış sunaklar, Roma döneminin başında kullanılmaz olmuş. Bütün bunları gözümün önüne getirince âdeta bir tarih filmi izliyormuş gibi hissediyorum kendimi, dalıp gidiyorum…
Tekrar kafamı toparladığımda, batık gemiler diyarındayım; Gotik mimariye sahip kalenin içindeki Sualtı Arkeoloji Müzesi’ndeyim. İ.Ö. 1.yy – İ.S.20.yy arası bölgede denizin sığlaşan kayalık kısmında birçok gemi parçalanmış. Yıllar boyunca, binlerce kez dalış yaparak 35-40 metre derinlikte yatan batıkların içindeki objelere ulaşılmış. Gemilerden birinin tüm gövdesi yeniden inşa edilmiş. Uzun uzun bakıyorum ona. İçi amphora ve türlü türlü malzeme dolu. Hayalimde geminin içine giriyorum. Yağ kandillerini teker teker elliyorum. Bunların çoğu, uğrak limanların kiliselerine adak olarak bırakılmak için taşınmışlar… Tencereler, kazanlar, sürahiler, yemek takımları, altın paralar, takılar var etrafımda. Amphoraların içlerine bakıyorum; çoğunlukla şarap, zeytinyağı, tütsü yağı, mercimek var. Uğur için taşındığı sanılan skarabelere, taş havanlara, muhtemelen oyun zarı gibi atılarak aşık oyunu oynamak veya kehanette bulunmak amacıyla gemide bulunan aşık kemiklerine dokunuyorum. Birden karşıma birileri çıkıyor. Gülümseyerek bir şey söylüyorlar; herhalde ’merhaba’ diyorlar: Tunç işleyen gezici ustalardı bunlar tahminimce. Bakır külçelere, kalay külçelere şaşkınlıkla bakıyorum… Kalay ve bakırın bileşiminden bronz veya tunç alaşım elde edilirmiş. Biraz ilerde cam külçeler görüyorum. Mısırlılar ve Suriyeliler cam yapım tekniğini biliyorlarmış o yıllarda. Suriye-Filistin üretimi Kenan amphorası içinde melengiç reçinesi varmış; amphoralarda Kıbrıs seramikleri, cam boncuk ve zeytin bulunmuş olduğunu büyük bir hayretle öğreniyorum. Fil ve su aygırı dişleri, devekuşu yumurtaları, Yakındoğu baharatları ve silahlar görünce, bu batıkların uzun mesafeli uluslararası deniz ticaretinin yapıldığı en erken dönemin sembolü olduğunu anlıyorum. Gözlerimi kapayınca, gemi mürettebatını görüyorum: Seyir sırasında balık tutup yemek hazırlıyor, birbirleriyle sohbet ediyorlar; birazdan geminin batacağından bihaber…
UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’ndeki bu kalenin Bodrum Kalesi olduğunu anlamışsınızdır elbette. Binlerce yıl öncesine ışınlanmak isteyenlere…
Nevin Tali Ölçer