İyilik ve Kötülük Mücadelesinin Kitabı: Proti Adası’nın Esrarı

Prens Adaları’nın en küçüğü ve ulaşımın sadece yürüyerek ve bisikletle sağlandığı Büyükada’dan sonra en sevdiğim ada. Belki her ikisinde de yaşadığım için benim için bu iki adanın anlam ve önemi çok ayrı. Adalı olmak ise bambaşka bir hissiyat. Beş senedir yazları adada yaşamasam da kendimi adaya ait hissederim her zaman. Çok sevdiğim İstanbul’a ait olması, yakın olması, denizle iç içe yaşamak ve orada bambaşka bir hayatın sürdürülmesi adaları hep ayrıcalıklı kılmıştır benim için. Ada kızı mıyım? Kendimce öyle ama sanırım yazar Zeynep Bugay kadar değil.

Kınalıada’da yaşayan Zeynep Bugay’ın ‘Proti Adası’nın Esrarı’ kitabının raflardaki yerini aldığını öğrenince derhal onunla söyleşi yapmak istedim.

‘Proti Adası’nın Esrarı’ Zeynep Bugay’ın ikinci kitabı. (ilk kitabı ‘Sevgili Nasıl Bulunur?’) Mekan Kınalıada ve kahraman da bir kedi, Gofret. Her yaştan okuru zengin bir hayal gücüyle örülü bir yolculuğa ortak edecek yalnızlık, cesaret, dostluk, iyiliği bilinçli olarak seçmek ve görünmeyenle temas etmek üzerine kurgulanan benzersiz bir hikaye… Yazarın yaşadığı Kınalıada’dan yola çıkarak, gizemli ve ilham veren ada coğrafyasında terk edilmiş bir kedinin, hayat yolunu, annesini ve kaybettiği sevgiyi arayan naif hikayesini buluşturuyor okuyucuyla. Ortaokul ve lisedeki frankofon eğitiminin ardından Zeynep Bugay, Bilkent Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi mezunu. Son derece başarılı bir eğitimin ardından çok sevdiğimiz senarist, yönetmen babası Umur Bugay’ın yanında kendi ifadesiyle “prodüksiyon işçiliği, kurgu asistanlığı, çay-kahve getir götürücülüğü, telefon cevap vermeciliği, el yanında PR köleliği, MCCann Erickson’da reklamcılık yaptı” Zeynep Bugay, yazarlık genini babası Umur Bugay’ın isteyerek ya da istemeyerek kendine geçirdiğini, yazı yazmanın matematiğini öğrettiği için teşekkür ettiğini söylüyor sitesinde yer alan söyleşisinde. Artemis Yayınlarından çıkan kitap ‘Proti Adası’nın Esrarı’ serinin ilk kitabı. Zeynep Bugay şu anda üçüncü kitabını yazıyor.

Fantastik tür edebiyatımızda çok fazla yer almayan bir tür. Siz ikinci kitabınızı neden bu türden seçtiniz?

ZB: Nadir olan her şey farklı, nitelikli ve değerlidir diyerek, az el atılan fantastik alanda bir öykü tasarlayabilmiş ve anlatabilmiş olduğum için minnetimi ifade etmek isterim her şeyden önce… Bilinçli olarak bir tercih yapmadığımı ancak yayıncım Sayın Vedat Bayrak’ın bana Nazlı Eray’a ait ‘Frej Apartmanı’nın Esrarı’ isimli kitabını hediye edip, ardından da, “Sende Nazlı Hanım’ın ışığı var, böyle bir şeyler yazsana” demesiyle bir ödevim varmış ve bu doğrultuda ne kotarabilirmişim arayışına girdiğimi söyleyebilirim. Kitabı okuduktan bir süre sonra benim için en esrarlı ve kişilikli oluşumlardan birisi olan ada unsuru üzerinden bir öykü anlatma isteğine kapıldım. Bir yaz sonuydu ve ben halen adadaydım. Alıcı gözle adaya bakmaya, her gün gördüğüm halde farklı bir anlayışla incelenmedikçe göze aşikar olmayabileceğine inandığım sırlı yanlarını kavramaya gayret ederek, sabahın çok erken saatlerinde ve gecenin çok geç vakitlerinde, sessizlikte ve tenhada adanın çok izbe, çok saklı yerlerine kadar gezerek, kendime bir olay örgüsü ve karakterler yaratmak hevesiyle dolanmaya başladım. Adada benim aşık olduğumu söyleyebileceğim boş ve Osmanlı tarihinden kalma kırmızı bir köşk vardır; Poyrazlı Köşk. Onun önünde bir sabah, “Burada Mars Tanrısı oturuyor olsun, muktedir, güçlü, olgun ve şakacı, onun koruduğu bu ada ve diğer tüm Prens Adaları’nda organik bir bağ ve onların varlığıyla dönen bir kozmik çark ve çok ciddi bir güç mücadelesi söz konusu olsun” dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında, kalemi elime alıp, bu maceraya çıkacak bir kahraman yaratıp, onun gözünden bu kurguyu ilmek ilmek işledim.

Kahramanınızı neden bir kedi olarak belirlediniz?

ZB: Kedim Gofret’i adada bulduğum ve öyküsünü yazmak istediğim adamızda 2 yıla yakın aç biilaç sokaklarda varoluş, hayatta kalma, dayanma mücadelesi verdiği için ondan daha cuk oturan bir kahraman bulamayacağıma inandım. Kedilerin mistik varlıklar oluşu da böylesi gerçek üstü bir öyküye yaraşır sıfatı oluşturduğu için seçimim beni tatmin etti. Ancak özel hayatımda beni tanıyan herkes Tekir İran cinsi oğlum Gofret’e nasıl bir sevgi ve düşkünlük duyumsadığımı bildiği için benim sadece ona olan tutkumdan ötürü bile fazla düşünmeksizin ya da bir kurgu tasarlamaksızın Gofret’i öykünün kahramanı kılmaya karar verdiğimi iddia edebilir. Gofret bu hususta ne derdi bilmiyorum ama öyküyü güzel taşıdığını düşünüyorum, iyi ki onu anlatmışım…

Cesaret, iyiliği bilinçli olarak seçmek gibi kavramları neden günümüzde unutulmuş kavramlar olarak nitelendiriyorsunuz?

ZB: Bu denli uç seviyede bireyselleşmenin yüceltilip, insanların bencilleşmesinin ve duyarsızlaşmalarının körüklendiği bir dönemde kaç kişi gerçekten kendi hırs, arzu, istek ve ihtiyaçlarına gem vurmak suretiyle bir başkasınınkileri kendisininkilerden daha öne koyuyordur? Çok az kimse… Bunu yapabilenler bilinçli bir tercih ve gönüllü feragat unsuru dahilinde iyiliği sunabiliyor. Ancak maalesef ki, bu da yaygın bir olgu değil zira çok yoğun bir nefis dizgini ve empati gerektiriyor. Günümüz insanı, biz anlayışından ben odağına doğru hızla kayarken, ötekini uzak ve anlaşılmaz kılıyor. Kendi düzeni ve imkanı bozulmasın diye elini taşın altına sokmak, mesuliyet almak istemiyor ve bencil tercihleri sebebiyle de korkaklaşıyor. Tüm bunların ciddi manada düşünülüp, sorgulanması gerektiğine inanıyorum.  O yüzden de bu olguları konuşmak, ifade etmek istedim.

Proti Adası’nın Marmara Denizi’ndeki kayıp ada Vordonosi ile bir bağlantısı var mı?

ZB: Proti Adası’nın bugünkü ismi Kınalıada. Ben kurguda Yunanca adını kullanmakta bir beis görmedim. Vordonisi adası ise 1010 yılında Bizans depreminde batmış olan Küçük ve Büyük Vordonos isimli iki adadan oluşur ve Kınalıada da Vordonisi de Prens Adaları’nın birer üyesidir. Benim kurgumda, Vordonisi Adası serinin devam eden 3.kitabında Neptün’den Proti’ye gelen mahir bir suikastçı takımını suyun altında saklayacak yer olacak.

Prens Adaları ve onlardan bir olan Kınalıada size ne ifade ediyor bir İstanbullu olarak?

ZB: Ben ada kızıyım. Memleketin neresi diye sorduklarında küçüklüğümde yaşadığım Gümüşsuyu’nu ve Kınalıada’yı vurguluyorum. Ada kızı olmaktan da garip bir gurur duyuyorum. Adanın ruhu, rengi, kendi dili, seçimleri ve efsunu olduğuna inanıyorum. Herkes onu benim gördüğüm gibi böylesine cazibeli görüyor mudur bilmiyorum, sanmıyorum da… Ben onun anlattıklarını duymak istiyorum, o yüzden her yaz Mayıs ayında şehirden adaya geçip Ekim sonuna kadar adada kalmaya gayret ediyorum. Burası benim çocukluğum, ilk çocukluk arkadaşlarım, hayallerim, hayal kırıklıklarım, yazı yazdığım, yüzdüğüm, yüzerken de suya dert ve isteklerimi anlattığım, yıldızları gözlediğim, gerçekten var olduğumu hissettiğim nadir yerlerden birisi. Adeta sevgilim gibi… Zaten sıklıkla vurguladığım birşey var, beni sevmek, sahiplenmek isteyecek kişinin benden önce adayı sevmesi gerektiğine inanıyorum ki, sinesine saklanabileceğimiz gizli ve ortak bir sığınağımız olsun.

Çok başarılı bir eğitim hayatınız var ve arayış içinde çok farklı işlerde çalışarak başarılar elde ettiniz. Yazarlık son durak mı ve aradığınızı buldunuz mu?

ZB: İlkokulda Gümüşsuyu’na duyduğum sevgi, orayı yaşama hevesi ve oyunbazlığımdan ötürü ne denli tembel teneke bir öğrencilik hayatım olduysa da sonrasında frankofon eğitimi almaya başladığım dönemde okulda bizlere uygulanan muazzam disiplin, başarının ciddi emek ve çaba gerektirdiği bilincinin kafamıza kazınmasıyla açık ara çalışkan ve muvaffak oldum diyebilirim. Ortaokul sonundan itibaren de Amerika’ya Brown, Cornell, Harvard gibi üniversitelere pre-college programlarına yollandım, ailemin beklentisi üniversitede Amerika’da okumam yönündeydi. Şişinir gibi olmamak için Amerika’da kabul aldığım okulların isimlerini söylemeyeceğim ancak iyinin iyisi yerlere bir inat uğruna gitmediğimi ifade etmek istiyorum. Pişman mıyım, bilmiyorum… Üniversitede Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünü akıllara şayan bir CGPA ile bitirdim, ailem yine Amerika’nın muazzam prestijli bir üniversitesinde kazandığım politika lisans üstü eğitimine gitmemi isterken, ben sinema televizyon alanında deneyim kazanmak istediğimi belirtip, Köle İsaura gibi çalıştım. Zor hiçbir şeyden yüksünen bir yapım yok, sebat eder, mükemmelen yaparım. Ancak yapmak istemiyorsam da öldürseniz yapmam. Kalbini çok dinleyen bir yapım var. Sezgilerime, gördüğüm rüyalara, iç sesime çok inanırım. Tercihlerimi daima kalbim ve vicdanım belirlesin istiyorum. Yazar olmak için yola çıkmadım. Ancak yazı yazmayı öğrenebilmek için kurgu masasına oturabilmek istiyordum ve bu uğurda, ortağı olduğum şirkette her türlü ama her türlü ayak işini yaptım. Gocunmadım, babam çok inatçıydı, beni çok sınadı, ben ise ondan da inattım… O yüzden patronculuk oynayan, maddi imkanlarıyla saygı telkin etmeye, ilgi çekmeye çalışan kimselere asla tahammülüm yok. Yazarlıkta sebat etmek istiyorum ama ifade etmediğim kapalı kapılar ardında yaptığım, meşgul olduğum başka iki farklı iş daha var. Zaman hangilerinin kalacağını, benim kaç karpuzu tek bir koltuk altında taşımaya devam edebileceğimi gösterecektir. Şimdilik yazmaya devam ettiğimi ve yazı yazmayı çok sevdiğimi söyleyelim, hayat devamını kendisi belirlesin.

“Hep birilerini sevdi kimse tarafından gerçekten sevilmedi.” Pek çok kadının hayatını özetliyor bu kısacık cümle. Siz de öyle düşünüyor musunuz?

ZB: Bu cümleyi sadece romantik manada düşünmemek gerektiği gibi, bir tek kadınları değil, erkekleri de içerebilecek bir itiraf ve serzeniş olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Ben kimsenin pek tercih etmediği bir şeffaflığa sahibim. Bazısı açık sözlü halimi marjinallik, bazısı ölçüsüzlük, bazısı dürtüsellik olarak görüp, açık, net ifade ettiğim ve pek çok insanının, “Aman şimdi bunu söylersem gıyabımda şunu bunu düşünürler, şöyle olumsuz bir intiba oluşur, o yüzden açık etmeyeyim” diye düşündüğü şeylerin, insanlar için alay, dedikodu, aşağılama veya küçümseme vesilesi olduğuna inanmıyorum. Dürüstlük erdemdir ve insanların acıları onların mayalarını daha farklı, daha olgun ve çok daha iyi bir şeye evrilebilsinler diye kalıcı bir şekilde değiştirir. Buna Chiron yarası ve döngüsü diyoruz. Acılarınızı ifade ederseniz, gönül denilen mabetteki o günahların, ayıpların toplandığı süveyda isimli kara noktaya sahip olmazsınız. Süveyda büyümezse, gönül aydınlığı sizi daima doğru yola, doğru tercihlere sevk ederek korur. Şayet aksi olur da süveydanın karanlığı büyürse, çektiğiniz acıları baskılamak, o karanlıkla yoldaş olmak için gaddarlaşırsınız. Hayatın merhamet, vicdan, duyarlılık unsurları üzerine kurgulanması gerektiğine inandığım için ben daima şeffaf kalmayı yeğleyeceğim. Kızıma 8,5 aylık hamileyken birtakım videolar görmek zorunda bırakılarak aldatıldığımı berbat bir şekilde öğrendim, ruhen yara bere içinde erken bir doğum, aşırı zor bir loğusalık süreci yaşadım. Önümü görmek istediğimi, ışığa, umuda ihtiyaç duyduğumu söyleyip, ağladığım bir gün ağzımdan dökülen bir cümledir bu. Yaşadığım hiçbir şeyden utanmıyorum ve ifade etmekte de beis görmüyorum. Bunları aşağılama veya yargılama vesilesi yapan insanlara çok güzel had bildirebilir donanım ve dik duruşum olduğu için de minnet duyuyorum. Babam gibi olgun, oturmayı kalkmayı bilen, tahlilleri doğru ve isabetli, donanımlı, şakacı, sadık, merhametli, sorumluluk sahibi, kızımı, kedilerimi, adayı ve beni çok sevecek birisinin gelip bunları unutturmasını temenni ediyorum. Tabii sanırım bunun olabilmesi için benim önce biraz kapıyı aralamam gerekiyor. Onun için de beni güldüren, dinleyen, utangaç bir yapım olduğu için benden beklemeyip, elimi tutmaya cesaret eden birisine denk gelmem lazım diyeyim…

Hala NY’da yaşamak mı hayaliniz?

ZB: New York’a bir gün geri döneceğimi çok iyi biliyorum ama bu sefer hayat arkadaşım ve kızımla olmasını istiyorum. Tek başıma değil. O şehirde çok yalnız hissettiğimi hatırlıyorum. Oraya bir daha geri dönüşüm ne zaman olur bilmiyorum, ileride kanımca, daha zamanı var.

“Proti Adası’nın Esrarı”nı neden okumalıyız?

ZB: Sevgi ve güven arayışının hepimize has bir özlem ve istek olduğunu, bunlara erişmek için cesaret göstermek, içsel bir yolculuğa çıkmak, acı çekmeyi göze almak ve bu süreçlerden korkmamak gerektiğini hatırlamak için, Proti ve Prens Adaları’nın efsunlu tarafıyla tanışmak, yaşama bağlanabilecek umuda sahip olmak ve biraz da beni tanımak için okuyabilirsiniz.

Röportaj: Ayşe Dural

Önceki İçerikİtiraf Ediyorum, Ben Bir İçedönüğüm
Sonraki İçerikMama Sandalyesi Alacaklara Tavsiyeler
Ayşe Dural
Saint Benoit mezunu. Bu okulda Fransızca ve İngilizceyi öğrendi ve çok sevdi; özellikle Fransızcayı. Sonrasında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Eğitim hayatına İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde devam etti. Çalışma hayatına Garanti Bankası Halkla İlişkiler Bölümü’nde başladı. Sonrasında dergiciliğe adım atarak Gelişim Yayınları’nda çalışmaya başladı. Türkiye’nin ilk “copyright” dergisi Marie Claire’de çalıştı. Suha Arafat’tan Orhan Pamuk’a kadar pek çok kişiyle söyleşiler yaptı, kadın hakları konusunda araştırmalar yaptı, modayı yakından takip etti. AMICA, BIBA gibi dergilerde çalıştı. Yazı İşleri Müdürlüğü yaptı. 2000-2006 yıllarında The Gate dergisinin yayın yönetmenliği yaptı. Koç Holding’in Bizden Haberler dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Daha sonra PR ajanslarında Medya İlişkileri Yönetmeni olarak çalışmaya başladı. Böylece artık haber yapmayacak, ama haberi gazetecilerle paylaşacaktı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinin medya ilişkileri yönetmenliğini üstlendi. Yasemin Sungur’la birlikte Kültür Sanat Ajansı’nı kurdular. Kitap editörlükleri yaptı. Dural, basında ve halkla ilişkiler konusunda edindiği tecrübe, bilgi ve deneyimi, danışmanlık, eğitim ve seminerler aracılığı ile yeni nesillere aktarmakta ve martidergisi.com için röportajlar yapmaktadır.