“Kral Janaka, kutsal kitapların birinde, deneyimli bir süvarinin ayağını üzengiye koyup atın üzerine çıkıncaya kadar geçen kısacık sürede aydınlanabileceğini öğrenmiş.
Bunun üzerine tüm bilgeleri saraya davet etmiş, ancak hiçbiri ona bu tecrübeyi yaşatamamış. Bir gün yöreye, Ashtavakra adında bir yaşlı ermiş gelmiş. Rivayete göre o, daha doğmadan bilgeymiş. Ve o gün sarayın huzuruna kabul edildiğinde, krala hitaben ‘Bir beklentiniz varmış efendim, yardım edebileceğimi düşünüyorum’, dediğinde kral bilgeyi hemen tanımış. Zira “sekiz kıvrımlı” demek olan Ashtavakra’nın vücudunda ismi gibi sekiz eğri büğrü kıvrım varmış.
Sözünü sakınmayan bilge ‘Gerçekten aydınlanmak istiyorsanız o zaman baş başa kalmalıyız demiş’. Saray erkanı salonu terk ettikten sonra, mekana bir at getirtilmiş.
– Ayağınızı üzengiye koyun, demiş Ashtavakra. Talimatı duyduğunuzda aydınlanacaksınız.
– Peki talimatı duyabilmem için şart olan nedir? diye sormuş kral.
– Anahtar kelime sannyatsam, yani feragattir. Her şeyden feragat ettiğinizde hakikati işitebilecek hale gelirsiniz.
– Nasıl? diye sormuş kral.
– Size ait olan her şeyden vazgeçin. Kendinizi tanımlamalardan ayırın. ‘Ben kralım’. ‘Ben erkeğim’. ‘Ben buyum’. Teker teker bana verin.
– Krallığımı, bedenimi, düşüncelerimi, egomu size veriyorum.
– Şimdi gerçeği duymaya hazır mısınız?
Kraldan cevap gelmediğini gören bilge, kralın kendini soyutlayıp onun asli haline döndüğünü anlamış.
– Ruhun fonksiyonunu dile getirebilmek için bedene ve zihne ihtiyaç var, beni işitebilmeniz için bile biraz egoya sahip olmanız gerekir. Dolayısıyla bana verdiğiniz her şeyi size iade ediyorum, ancak unutmayın ödünç olarak veriyorum.
Kral ata tırmanmış ve bilge mırıldanmış:
– Sen O’sun, en yüce mutluluk ve en yüce huzursun.
Ve öyle olmuş…”
Ego Dedikleri
Bu hikâyeyi çok severim, kanımca birçok şeye ışık tutmakta. Hele ki günümüzde insanların ego hakkındaki anlayışlarına bakılırsa. “Ego tu kaka”, “Ego bizimle tanrısallığımızla aramızda olan en büyük engel.” Sahi, öyle mi? Birçok kişisel kursta ego bir düşman, tehdit gibi algılanıp paylaşılmakta. Nerdeyse bütün suçu egoya atıp, çocuklar gibi “Ben yapmadım, egom yaptı” diyeceğiz. Sahi nedir ego?
Egoyu, yeryüzünde gelmiş geçmiş en güzel şekilde betimleyen kişi bence Eckhart Tolle’dir: “Ego, zihnin kendini herhangi bir formla tanımlamasıdır” der. Bu bir düşünce silsilesi, herhangi bir duygu veya fiziksel bir madde bile olabilir. Zihin kendini tanımak için yine kendini formla tanımlar, formlar dünyasına adım atar, zihnin bir şekilde kendi kendini anlama çabasından başka bir şey değildir ki bu.
Vaktiyle aydınlanmış olduğu rivayet edilen üstatlardan Byron Katie’nin Almanya’daki inzivasına katılmıştım. İlk başlardaki aşk ve enerjiyle kendinden geçen Katie, uzunca bir süre deli divane ortalıklarda öylece dolanmış durmuş, ismini soranlara “Ne gereği var kim olduğumun?” diye cevap veriyormuş. Bu enerji patlaması ve bilincin ötesine geçme hâli zamanla durulduğunda, anlamış ki dünya işleri için yine de bir isme ve cisme ihtiyaç duyulmakta. Yani “ego”ya.
Ego olmadan “Ben varım, ben ve benim” diyemeyiz. Ego, bu dünyadaki dualiteyi algılamamız için gerekli elbette. Yalnız…
“Ego mu bize hizmet etmekte? Bizler mi egoya?”
“Egomuzla ilişkimiz nasıl; esnek veya katı, akışkan veya durağan, eğlenceli veya hayli ciddi?”
“Nasıl ki bizler arabamız değiliz, arabayı bir müddet kullanıp sonrasında onu bir güzel kenara park ederiz, kendimizi ego ile özdeşleştirmeden, onu bilincin merkezi yapmadan, ona yapışmadan/onu itmeden onunla müttefik olamaz mıyız?”
O zaman bilincin gerçekte merkezi ne? Geriye ne kalır? Gelin bu da gelecek yazımın konusu olsun. Kahkaha dolu bir hafta diliyorum sizlere…
Şeyda Bodur