Denizde Bir Gün

İzmit’in şirin, sepetiyle ünlü, sahip olduğu coğrafya ile insana huzur veren yeri… Denizin maviden yeşile, beklenmedik bir anda da griye dönüşüne şahit olduğunuz belde: Karamürsel.

“Marmara Bölgesi’nin en doğu köşesine hapsolmuş Karamürsel’in 40 bin kişilik nüfusu ne yapar?” sorusuna acil bir yanıt aramış olmalıyım ki, vize haftasına aldırmadan bayramda soluğu doğup büyüdüğüm yer olan Karamürsel’de alıyorum. Kocaeli’nin endüstriyel ve dinamik yapısından tamamen ayrı bir yerde konumlanmış ve hem coğrafyası, hem de sakinlerine verdiği huzur, üstelik sepetiyle ünlü bu şirin ilçede hayat aslında çoğu kişinin sandığından daha durağan ve sıradan bir şekilde akar. Karamürselliler için sadece deniz vardır ve bu ilçeye hayat veren aslında dört elementten en akışkanı olan sudur; denizin ta kendisidir. Marmara Denizi’nin Karadeniz ile buluştuğu yerde kopan fırtınalar Marmara Körfezi’ne pek uğramaz ancak Karamürselliler için fırtınalı ve güneşli gün ayrımı diye bir şey yoktur zaten… Sadece deniz ve Karamürsel’e verdiği hayat vardır.

Kurban Bayramı’nın birinci günü. Her yerden et kokuları yükselmeye başlıyor ve ben de katı bir vejetaryen olarak tepkimi kendimi odama hapsederek gösteriyorum. Elimde olsa kendimi yatağa zincirleyip annemin kavurduğu zavallı danadan uzak durmak için her türlü yolu denerim. Ancak bu evi terk etmedikçe mümkün görünmüyor. Anneme hava almaya çıkacağımı söylüyorum. O da benim protestolarımdan bıkmış olmalı ki, hayır demiyor. Hava rüzgârlı ve bulutlar alabildiğine gri. İzmit yine taşıyamadığı o yükü bize yollamış ve maviliğin üstünü örten gri bulutlar ise tüm ilçeyi kaplamış. İzmit’in hazzetmediği tek ilçesi Karamürsel ya zaten! Salsın o kirli gökyüzünü bizim üstümüze. Ben de her Karamürselli gibi İzmit’e kızarak sahil kenarındaki uzun ince yürüyüşüme başlıyorum.

Karamürselliler yine sokakta hava durumu dinlemeden. Bu insanları dışarı çıkmaktan alıkoyacak iki şey vardır; ya savaş ya da ihtilâl. Bunların dışında bir Karamürsellinin yılın dört mevsiminde dışarı çıkmaması için ancak ölmüş ya da yatağa düşmüş olması gerekir. Yeşil tepelerin ardından dilini çıkarıp kaçan güneş bugün pek uğrayacağa benzemiyor. Ben de ona dilimi çıkarıyorum. Olacak şey mi bu! Bayram tatilimi gri ile işbirliği yapıp mahvetti. Her zaman yaptığı şey olduğu için artık dert etmiyorum. Uzaktan gelen deniz otobüsü gözüme uzay aracı gibi gözüküyor. Karamürsel’de UFO görmediğini iddia eden vatandaş yok desem yeridir. Ben de bu yüzden Karamürsellinin gizeme düşkün doğasına ters düşmeyerek gaipten gelen şeyin hayra alâmet olmadığına kendimi inandırıp besmele çekiyorum.

Bu sırada yanımdan iki kara kedi geçiyor. Biri anne, biri de onun en fazla beş aylık yavrusu şüphesiz. Kedilere olan aşkım dillere destandır; zira evde bir anne ve altı yavrusunu beslemekteyiz şu aralar. Kediler de bunu anlamış olmalı ki, paçalarıma sürtünmeye başladılar bile. Elimdeki yarısı yenmiş simitten bir parça veriyorum. O da ne! Simidi beğenmiyor ve aksine bana öfkeyle bakıyorlar ‘küfür mü ediyorsun canım sen de!’ dercesine. Bana ters ters bakıp yollarına devam ediyorlar benle hiç karşılaşmamışçasına. Ben de ‘pardon, bilemedim ben’ diyip omuz silkiyorum. Derken kedilerin cenneti, Karamürsel’in yirmi yılda inşa edilmiş incisi Balık Adası’na gözüm takılıyor çünkü bizim küstah kediler oraya yollandılar. Balık Adası deyip de geçmemek lazım. Kendisi sürekli el değiştiren belediyenin hışmına uğrayıp yirmi yılda tamamlandı ve imkânsız denilen dengesiz Marmara Denizi’nin üzerinin doldurulması sonucu meydana geldi. 1999 Marmara Depremi’nin en şiddetli vurduğu yerlerden biri olan Karamürsel, jeolojik anlamda bu tarz yapay adacıkların oluşması yönünden oldukça elverişsiz. Nitekim depremde ilk hasara uğrayan yerde o zamanlar yapım aşamasında olan Balık Adası idi.

Yine de bu durum belediyeyi zerre ilgilendirmemiş olacak ki 2000’de hemen kaldıkları yerden devam edip adayı tamamladılar ve balık restoranlarıyla balıkçı depolarını kullanıma açtılar. O gün bu gündür bu arsız kedilerin ve balık tüketimi had safhada olan Karamürsel sakinlerinin uğrak yeri olan ada, herhangi bir depremde de hemen teslim olmayacağa benziyor. Balık Adası’na doğru giderken, ‘Karamürselliler ne yapar?’ sorusuna direkt yanıtı buluyorum: Karamürselliler denize ilişkin ne varsa o işin peşindedirler; zira Balık Adası da kar kış, yağmur çamur gözetmeden balıkçıları, balık tutmayı seven sade vatandaşı, çay bahçesinde gün yapan hanımları ve tavla oynayan beyleri, çocuk bahçelerini mesken tutan çocukları görmeniz işten değildir. Karamürselli denize âşıktır ve onu nasıl kullanacağını çok iyi bilir. Bugün ise durum biraz farklı görünüyor. Bayram arifesi olsa gerek, sadece balıkçıları görüyorum denize yüzümüzü kara çıkarmamak için nöbeti devralmışlarcasına.

Onlar da oltalarını öylesine sallamış, ne çıkarsa bahtımıza havasındalar. Aslında burada balık tutmanın ticari yönünden çok, kültürel boyutu etkilidir. Burada insanlar deşarj olmak için, günlük dertlerinden sıyrılıp onları dinleyen tek şey olan denizle muhabbet etmek için balık tutarlar.

Oltayı sallayan kimse eğer, deniz onu tanır ve muhabbetine onu da dâhil eder. Çoğu kez İzmit’in kirlettiği sulardan dolayı bize pek balık kalmaz. Kaya balıkları, küçük deniz canlıları ve yengeçlerle yetiniriz. Bazen de herkes eli boş döner evine ama yüreği de o derece hafiflemiş halde. Dedim ya, insanların geçim yolu değil balıkçılık, onların terapisidir bir nevi. Oltayı her salladıklarında aslında dertlerini, kederlerini, küskünlüklerini de denize atarlar aynı zamanda. Oltayı uzun bir zaman çıkarmazlar ki içlerinde ne varsa denizin dibini boylasın, bir daha su yüzüne de çıkamasın. Su yüzüne çıksalar bile, umutları martılardır. Elbet onlar hakkından gelir su üstüne ne varsa.

Karamürsel gibi coğrafi anlamda tek bir yamaca bakan bir ilçede yaşıyorsanız, yapabileceğiniz, konuşabileceğiniz şeyler sınırlıdır. Kuzeyinde bulunan Samanlı Dağları’na sırtını vermiş olan Karamürselliler, dağların aman vermeyen geçişine aldırmaz, onlarda yüzünü güneye, yani Marmara Körfezi’ne çevirirler. Onlara dağlar gibi sırtını dönmeyen, aksine geçiş yolu veren ve yaşamlarında kolaylık sağlayan denize. Karamürsel’in diğer ilçelerle deniz yönünden kurduğu bağ, karayolundan daha köklü ve samimidir. Son zamanlarda vapurların yerini alan sevimsiz deniz otobüslerini saymazsak eğer, Gölcük’e, Değirmendere’ye, Hereke’ye ve İzmit’e yapılabilecek en iyi ve keyifli seyahat deniz aracılığıyla gerçekleşir. Denizin maviden yeşile, beklenmedik bir anda da griye dönüşüne şahit olursunuz. Sık sık gökkuşağı süsler körfezin yalnız ve kirlenmiş semalarını. Gökkuşağı bize de küsmediyse eğer onca oluşan endüstriyel kirliliğe rağmen, hiç kimseye küsmez aslında. Belki de bizim körfezin eski ahbabıdır da, hatır için gelip yüzünü gösteriyordur. Kim bilir…

Deniz insanların sınırlara görünmez sınırlar çizer burada ve hayatlarını belirler. Denizi dinlemeden iş yapılmaz; o en doğruyu söyler en nihayetinde. İnsanın tabiatında da deniz etkilidir. Karamürselliler eğer bugün içekapanık, hayalperest ve yalnızsa, bunun sorumlusu da denizdir. Marmara’nın kıyısında kalmış ve ana deniz ne verirse onunla yetinen bu körfezin insanları da azla yetinmeyi bilir. Bilirler ki ellerinden gelen budur, tıpkı körfezin elinden gelenin bir avuç balık olduğu gibi her seferinde. İçe kapanıktırlar çünkü körfezin de açılabileceği bir yer yoktur. Marmara Denizi’nin Karadeniz ve Ege denizleri ile olan şen şakrak hali bize uğramaz pek. Kıyıda kalmanın dezavantajlarından biri de budur belki de. Bizi yalnızlaştıran ama bir o kadar da samimileştiren. Ufukta görebileceğiniz tek şey komşu ilçelerdir. Bazen hayal etmeye başlarsınız, ya ileride şu olsaydı diye. Bu da Karamürsellileri hayalperest, macera düşkünü ve gizemle iç içe insanlar yapar. Bilirler onlarda ötede bir şey olmadığını ama kendilerini varmış gibi düşünmekten de alıkoyamazlar. Belki de kısıtlı eğlencelerinden biri de budur, onları bir anlığına meşgul eden ve günlük sıkıntılardan uzaklaştıran.

Düşüncelerle ağır aksak ilerlerken bizim anne ile yavru kediyi görüyorum yine. Bin türlü şaklabanlık peşindeler. Annesi ağır ağır kayık deposuna yaklaşırken, yavrusu da onu gözetlercesine beni oyalamaya çalışıyor. ‘Tamam, kene gibi yapışmana gerek yok. Anneni ele vermem’ diye onu kucağıma alıp rahatlatıyorum.

Kedilerinin birinin girip birinin çıktığı bir kahvehane var. Adı Gandhi Cafe. Bu isim beni oldum olası gülmekten çatlatır. Bir Karamürselli’nin Gandhi ile olabilecek tek benzerliği, Karamürsel’in de tarihte İngilizler tarafından işgal edilip bir süre onların himayesinde kalmasıdır. Bu işgal neyse ki kısa sürmüş, ilçede herhangi bir ‘İngilizleşme’ yaşanmadan bu badire atlatılmıştır. İçeri girip neden burasının adının Gandhi olduğunu öğrenmeye karar veriyorum. Aslında yaptığım bir şey değildir; zira içeride ne benim cinsimden ne de yaşımdan birinin olmayacağına eminim.

İçimdeki çelişkilere kulak asmayan ayaklarım beni Gandhi’ye sürüklüyor. İçeri girmemle yükselen dumanın hışmına maruz kalmam bir oluyor. İnsanların kapalı alanda sigara yasağından beş bin yıl geride yaşadıkları bariz olan bu yerde ne işim olabilir diye kendi kendime kızıyorum. O sırada kapı komşumuz Yüksel Amca’yı ağ yaparken görüp yanına çörekleniyorum. ‘’Ohh, Bahanur Hanım! Siz Karamürsel’e uğrar mıydınız?’’ diye başlıyor sitem etmeye. Bir yandan da harıl harıl ağını örüp bitirmeye çalışıyor. Ben de fırtına da sokakta kalmış kedi yavrusu gibi getirdikleri çaya hemen saldırıp ısınmaya çalışıyorum. Etrafa baktığımda bir sürü yaşlı yüz görüyorum. Karamürsel İzmit’in aksine sanayi yönünden gelişmediği için iş olanakları kısıtlı. Bu yüzden de genç nüfus ya İzmit’te ya da İstanbul’da iş buluyor ve böylece Karamürsellileri de yaşlılar ve atama ile gelmiş memurların insafına bırakıyor. Benim ailem ise buraya İstanbul’u terk ederek gelmişler. İstanbul’un kaprisinden, keşmekeşinden kaçmak istemiş ve iyi ki de göç etmişler buraya.

Zaten Karamürsel sen, ben diye ayırmaz insanları. Burada her çeşit milletten insana rastlamak mümkündür. Laz’dan Çerkez’e, Gürcü’den, Rum’a, Kürt’ten Boşnak’a. Bin bir türlü insan vardır burada. Nüfusun büyük çoğunluğunu ise Türkiye’de çoğu yerde rastlanmayacak bir şekilde Boşnak ahalisi oluşturur. Birçoğu Osmanlı’nın dağılmasından sonra buralara gelmiş, diğerleri ise Sırpların zulmünden kaçarak buralara sığınmıştır. Karamürsel’in kumral insanlarının aksine, onlar sarışın ve uzun boyludurlar; böylece Karamürsel’in gerçek yerlisini Boşnaklardan ayırmak oldukça kolaydır. Karamürsel’de doğmuş ama özünde bir Akdenizli olmama rağmen açık tenli olmamı da annem burada doğmama bağlar; zira ailemde herkes Akdeniz esmeri ve Akdeniz esintisi taşır. Nedense ben daha bir Karamürselli olmuşum buranın suyunu içince.

Buraya gelip yerleşenler de bu şekilde bir değişime uğrar zamanla. Bir dinginlik çöker üstünüze, zamanın akmak bilmediği ve saatlerle işi olmayan insanların arasında. Siz de akıntıya kürek çekmez, onlarla birlikte var olursunuz. Bir süre sonra da siz de unutursunuz zaman kavramını saatlerin sevilmediği Karamürsel’de. Ya balıkçıların izinden gider oltalara âşık olursunuz, ya da sahillerinde yapacağınız yürüyüşlere, yalnızlığına ve iki renkli denizine. Her insan kendinden bir parça bulabilir bu ilçede. Kimi yeşilini sever, kimi mavisini, kimi de grisini. Neyi severseniz sevin, Karamürsel sizi kucaklar ve kendi yalnızlığına hapseder. Artık onun bir parçası olur ve kendinizi buraya ait hissedersiniz.

Ailemin hissettiği aidiyet de bu olmalı ki, onlar da karşı koymamışlar Karamürsel’e. İki nesildir buradalar ve niyetleri yok da başka bir yere gitmeye.

Bu düşüncelere dalmış Karamürsel ile deniz arasındaki bağlantıyı düşünüyorken, Yüksel Amca’nın yaptığı ağlara takılıyor gözüm şimdi başka bir ipe geçtiği için. Ona sataşıyorum düşünce bulutunu kovarken başımın üstündeki. ‘’Neden her ağ birbirinden farklı?’’ diye soruyorum. O da yaptığı işten başını kaldırmadan cevaplıyor: ‘’Hamsi yakaladığı ağ ile lüfer yakaladığın ağın aynı olabileceğini düşünüyor musun? Her balığın yapısı farklıdır ve farklı ağ gerektirir. Geniş delikli ağlar büyük balıklar için, küçük delikliler ise küçük balıklar için. Bu kadar basit!’’ Bir anda balıkçılık konusunda aydınlanmış olmanın verdiği sevinçle pat diye asıl soruma geliyorum. ‘’Neden Gandhi buranın adı!’ Yüksel Amca ya da dünyanın sırrını sorsanız yine de vakur bir şekilde işini bırakmadan cevaplayacağı tarzda ağır ağır konuşuyor: ‘’ Buranın sahibinin büyükbabası Gandhi hayranıydı da ondan. Gandhi’nin Atatürk’ten etkilendiğini öğrenir öğrenmez adamı içselleştirdi. Buranın adını da Gandhi koymuş. Sen dünyada yoktun o zaman. Sonra da Balık Adası’na taşındık işte.’’ O sırada kıyıya adı Porkatal olan bir kayık yerleşiyor. ‘’Benim göz sorunu iyice ilerledi herhalde, yanlış okuyorum’’ diye düşünürken, yanılanın gözlerim değil, bu yazıyı yazanın olduğunu anlıyorum. Yanıtlanmamış sorular insanın beynini çürütür.Bu yüzden hemen soruyorum: ‘Peki, neden bu kayığın adı Porkatal!’’ Yüksel Amca Oscar ödüllük performansı ile cevaplıyor yine: ‘’Bu adamın torunu portakal diyemiyor. Hep porkatal der. O da kayığının adını Porkatal koydu bu yüzden.’’

Cevaptan tatmin olur olmaz nankör kedilerin ciğeri yedikten sonra kasabın yüzüne bakmaması gibi, ben de çıkmaya hazırlanıyorum oradan. Duvardaki kaptanların resimleri gözüme çarpıyor. Buranın kimisi orduda görev almış, kimisi emekli olmuş kaptanların fotoğrafları bir gemi dümeninin etrafını süslüyor. Gandhi’deki yaşlılar da varlığımı bile hissetmemiş olmamalılar ki kapıyı kapatırken çıkardığım sese zerre kulak asmadan tavlalarına devam ediyorlar. Balık Adası sakinlerini oltaları ile baş başa bırakıp artık yavaş yavaş bize veda eden güneşe bakıyorum. Karamürsel’in denize olan aşkının belirgin örneklerinden Yelken Kulübü’nde benle birlikte yüzünü batıya dönmüş. Yelken Kulübü deyip de geçmemek lazım çünkü bu kulübün yurt çapında ödülleri mevcut. Karamürselliler sonunda enerjilerini doğru bir şekilde harcayacakları yeri bulmuş oluyor böylece. Yelken kulübünün üyelerine özel yaptırdığı Yelken Cafe de sahilde göz dolduran yapılardan bir tanesi. ‘’V.I.P’’ kültürün buraya da yansıması oldukça komik. Deniz ile iç içe geçmiş ve hayatı deniz olmuş insanların da yaptıkları sporun bile deniz ile ilgili olması şaşırtıcı değil artık. Bu yüzden ben de fazla üstünde durmadan geçip gidiyorum geldiğim yola yönelerek.

Karamürselliler için deniz vardır. Eminim binlerce yıl öncesine gitsek de onlar için deniz vardı. Deniz bu ilçeye can verdi ve bazen de can aldı. Nitekim her yıl en az beş kişi fırtınalı havada balık tutarken ya da yüzerken hayatını kaybediyor burada. İnsanlar ise verdikleri kayıpların denizden aldıklarının çeyreğini bile karşılamadıklarını düşünüyor olmalı ki, pervasızca denizle şakalaşmaya devam ediyor ve ona asla küsmüyorlar. Evlatlarını kaybeden anneler ile eşlerinden olan kadınlar için de durum aynı. Onlar yine sahile kucak açmış çay bahçelerinde geçmişin hüznünü denize savurup atarcasına gülmeye devam ediyorlar. Karamürsel’de hayat bu şekilde devam eder. Depremler olur, yangınlar çıkar, seller ilçeyi alıp götürür. Yine de onun sakinlerinin yüzündeki tebessümü ve denize olan bağlılıklarını hiçbir şey alıp götüremez. Karamürselli yine binlerce kişi ile paylaştığı ama onun için özel olan sevgilisine koşar. Benim gibi aidiyet duygusu olmayan insanları bile dünyanın neresine gidersek gidelim buraya bağlar ve özlettirir. Karamürsel denizdir ve deniz olduğu sürece bu ilçede hayat vardır.

Önceki İçerikGençlere… Hayat siyah beyaz değildir. Ya hep, ya hiç değildir…
Sonraki İçerikTürkiye’de Bir Öğretmen Neler Yapabilir Hikayesi…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz