Can Yücel’in “Safkan bir av köpeği / Yunan’dan kalma bir tazı / Denizin içine kıvrılmış yatıyor güneşte / Bu güzelim yarımada” dizeleriyle anlattığı Datça, varınca dönmek istemeyeceğiniz, bırakıp giderken gözünüzün arkanızda kalacağı bozulmamış bir coğrafya.
Büyük üstat dik doruklar, sarp vadiler ve ıssız koylardan oluşan bu bölgeyi haritadaki şekline bakıp, zürafa boynuna benzetmiş. Böyle bir tanımı yapmak bir şaire yakışırdı zaten. Bakirliğini belki de bitmek bilmeyecek dediğiniz virajlı yollarına ya da topyekün özel çevre koruma bölgesi ilan edilmiş olmasına borçlu olabilir. Sebebi her ne olursa olsun İstanbul’un çıldırtan kaosu ve kalabalığından sonra insana iyi ki böyle olmuş dedirtiyor.
Badem, incir, zeytin ağaçlarının eşlik ettiği, kekik kokulu yollarından döne döne ulaştığımız Knidos Antik Kenti ilk duraklarımızdan oldu. Tarihin ünlü bilim adamlarına, ressam, doktor ve mimarlarına ev sahipliği yapmış bu şehrin neredeyse her köşesini arşınladık ama bir yandan da kederlendik. Niye diye soracak olursanız eğer, o zaman Knidos Aslanı ve Afrodit heykelinden bahsetmemiz gerekecek. Büyük bir deniz savaşını kazanan Knidoslular, zaferin anısına bir aslan heykeli yaptırmış. Heykel şehrin 1.5 kilometre doğusundaki tepeye dikilmiş. Açıktan geçen bütün gemilerin görebileceği şekilde tasarlanmış. Yüzündeki ifade, göz çukurları ve aslanın duruşu gibi özelliklerin güneş ışıklarının açısı dikkate alınarak planlandığı varsayılıyor. Osmanlı sarayının özel izniyle 1855’te İngiliz Subay-Arkeolog Sir Charles Newton tarafından savaş gemisine, yöre halkının da işçi olarak çalıştırılmasıyla ancak 2.5 ayda taşınarak yüklenebilmiş. Sekiz ton ağırlığında olduğu tahmin edilen aslan heykeli şimdi British Museum’un girişinde sergileniyor.
Afrodit heykeli ise heykeltıraş Praxiteles’e sipariş edilir ve biri çıplak diğeri giyinik iki heykel yapar sanatçı. Çıplak Afrodit banyodan yeni çıkmış elinde tuttuğu giysisiyle o kadar güzeldir ki, Knidoslular bu heykeli seve seve kabul ederler. Heykelin kentin yamaçlarında bir defne koruluğu içinde ak mermerden inşa edildiği ve ziyaretçilerin rahatça görebilmesi için çevresinin tamamen açık tasarlandığı, yuvarlak tapınağa yerleştirirler. Heykel öylesine büyük bir üne kavuşur ki insanlar Akdeniz’in dört bir yanından onu görmek için gelirler. Söylemeye ne gerek var! Bu heykel de ne yazık ki kayıp. Hüznümüzü dağıtan şey ise güneşin batışını doğru bir zamanlama ile harabelerde deneyimleyebilmemizdi. Bir yanınız Akdeniz öteki yanınız Ege olunca, hissiyatınız baştan ayağa sonsuzluk oluyor adeta.
Sanatçı ruhlu insanların adeta sığınağı olmuş bu güzelim yörede, toplamda 52 bükün biz bir elin parmaklarını geçmeyecek kadarını gezebildik. Ancak turkuaz rengi suyu; isimsiz, sadece “%100 Keçi Dondurması” yazan büfeden yediğimiz dondurma ile Palamutbükünü, saray lokumu, damat tatlısı ile damağımızı şenlendirdiğimiz Hayıtbükünü unutmak ne mümkün. Boşuna dememiş tarihçi Strabon “Tanrılar uzun yaşamasını istedikleri insanları Datça Yarımadası’na bırakırlar” diye. Nemin olmadığı, neredeyse hiç terlemediğinizi şaşkınlıkla fark ettiğiniz bu yarımada da rüzgar tanrısı Zephyros’a minnet duyuyorsunuz.
Gün batarken Datça limanındaki Kumluk plajında, adından da anlaşılacağı gibi kumun üstündeki masalarda, sokak lambalarının resmigeçidi altında bir akşam yemeği yemek ise çok keyifliydi.
Miskin kedileri, begonviller ile kaplı orijinaline sadık restore edilen taş evleri, sanat atölyeleri, hediyelik eşya satan butik dükkanların albenili vitrinleri ve dışarıya canlı müzik taşan kafeleri ile Eski Datça ise uğranılası. Vincent Van Gogh’un tablosunda resmettiği badem çiçeklerini, “Kibrit çakıyorsun karanlıkta badem çiçeklerini görmek için/ Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift sarnıç gemisi gözlerin/ Bir iş açacaksın başımıza yangın mı olur, artık bahar mı?” diyerek şiirine taşıyan şairin; varsın evi sadece ölüm yıldönümünde ziyaretçilere açık olsun.
Uluslararası Kültür Sanat Akademisi (UKKSA) ziyaretimiz ise tatilimizi güzel kılan bir sürpriz idi. Etrafı sanatçıların yaptığı heykellerle çevrili, avlusu resimlerle dopdolu, rengarenk bahçesiyle ulusal ve uluslararası platformda sanat seven ve sanat yapmak isteyen herkese kapılarını açan ne güzel bir yer. Bahçesinde ki ulu ağaçların gölgesinde mola vererek gezip gördük sergilenen eserleri.
Tekrar gelmek, gezmek niyetiyle, Can Yücel’in ‘Sabahın hıçkırığı’ diyerek lirikleştirdiği kumruların ötüşleri uğurladı bizi bu büyüleyici yarımadadan.
Zeynep Ekşi