Sabah erkenden evden çıkmam gerekiyordu, acelem vardı, çok geç kalmıştım. Evden çıkıp, yokuşu ve neredeyse beş katlı bir apartman boyutundaki merdivenleri inip iskeleye kadar yürümek en az yirmi dakikamı alırdı. Asansörden inerken taksi durağını aradım. Sabahın erken saatlerinde, durakta bekleyen bir taksi bulmak neredeyse imkansız olmasına rağmen şansım yaver gitmiş, son kalan taksiyi bana göndermişlerdi. Ben apartmanın dış merdivenlerinden yukarı çıkana kadar taksi geldi ve hızlıca iskeleye indik.
Fakat taksiden inip gişelere doğru koşarken, Kabataş motoru da benimle aynı hızla iskeleden ayrılıyordu. Maalesef yetişememiştim ve ancak on beş dakika sonra kalkacak olan bir sonraki motoru beklemek zorundaydım. Beşiktaş üzerinden gidebilir miyim diye düşünürken, Beşiktaş ve sonrasındaki trafik gözümde büyüdü; hem taksi bulamamak da vardı işin ucunda.
Beklemeye karar verdim.
İstanbul’u ve içindekileri donduran bir sabahtı. Boğazın soğuğu ve o keskin rüzgarı, oradan oraya koşturan insanları, seyyar satıcıları, çiçekçileri, büfelerde çalışanları, büfede çay içip ısınmaya çalışan müşterileri ve iskelenin yan tarafındaki taşa tünemiş olan beni fena halde üşütüyordu. Yanıma her zamanki gibi ne eldiven, ne atkı, ne de şapka almıştım. Hava ne kadar soğuk olursa olsun, üşümeyi tercih ederdim onları taşımaya. Gün içi açık havada geçirdiğim süre de zaten o kadar sınırlıydı ki… Ya evde ya işte ya da bunların arasında gidip gelirken bir aracın içindeyseniz, aksesuar niyetine bile almazdınız zaten bunları yanınıza. Hem ne gerek vardı. Biraz üşümek iyi gelirdi, yaşadığını hissederdi insan, titrerdi ve kendine gelirdi. En fazla biraz soğuk algınlığıydı başıma gelebilecek şey.
Ben içsel ve gereksiz konuşmalarla donmuş ellerimi ovuşturup, ısınmaya çalışırken, yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yaklaştı yanıma.
İsteksiz, ölgün bakışlı , “İster misin abla?” dedi. Ondan ne isteyebileceğimi anlamadım önce. O ise hiç bozmadan, aynı tondan devam etti. “İster misin abla?”
Aynı anda çelimsiz bedeninin ardındaki, tek koluna astığı boyacı sandığını gördüm. Cevabı düşünmedim bile. “Yok istemem.”
Ne bakışında ne hareketlerinde hiçbir değişiklik olmamıştı. Ben soğuktan titrerken, insanlar koşuşturur, satıcılar bağırırken, o karşımda durmuş dimdik bana bakıyordu. Kızıma okuduğum bir masaldaki sevimli orman cücesiydi sanki. Tatlı ve küçücük. Ama gözlerindeki bir şey hiç de güzel bir masalın izlerini taşımıyordu. Resmin içinde ve bir o kadar dışında. Sanki bir an sonra orada olmayacak gibi.
Soğuk içime işlerken ve kendi kendimle meşgulken o bana bakmaya devam ediyordu. Birisi hem de küçük bir çocuk size böyle dimdik, apaçık bakarken kendinizle ilgilenemiyorsunuz. Alıp koparıyor sizi her şeyden. İşte başıma gelen de buydu…
Yeniden soru sormadı. Ben, hiçbir boyacıya hatta hiçbir boyacı çocuğa ayakkabısını boyatmamış ben, paşa paşa uzattım ayağımı. O da sandığını koyup, başladı boya kutularını açmaya.
Ben onu seyrederken hiç konuşmadı, yan gözle bile bakmadı. Hem oradaydı hem değil, hem vardı hem yok sanki. Kimse bize, kimse ona dikkat etmiyordu. Ben titriyorken soğuktan, o delik deşik bir kazakla idare ediyordu ve bu gerçekten kimsenin umurunda değildi. Aynı bir dakika önceki ben gibi.
Hiç konuşmadı, sessizce işini yaptı. Ben soğuktan dondum, onun kılı kıpırdamadı.
O kadar alışkındı ki. Sokakta olmaya, çalışmaya, soğuğa, soğukta çalışmaya ve onu görmeyen insanlara… Bu gerçek yüzüme vurdukça, ben daha da üşüdüm.
İstesek de istemesek de bir çocuğun sokakta olmasına ve çalışmasını kanıksadığımız için daha çok.
Kendi alışkınlığım ve onunki arasında düşündüm, karşılaştırdım. Hangisi önce çözülebilir, hangisinden başlamalıyız karar veremedim.
Kızımı düşündüm, küçücük kızımı ve bu oğlan çocuğunu. İşte burada kaldım. Daha ileri gidemedim. Daha çok düşünemedim, titredim.
Ben üşüdüm, o çalıştı.
İşi bitti sonunda.
“Kaç lira ?” diyebildim. Aynı ölü gözler, “Kaç lira verirsen.” dedi. Cüzdanımı çıkarıp fazla para verdim.
Gözlerinde bir parıltı aradım. Yoktu. Aynı ses tonundan teşekkür etti. Dönüp arkasını gitti. Biliyordum. Vicdanını rahatlatmak için fazla para verenlere de alışkındı o.
Arkamı döndüm, koşar adım, gelen ilk motora atladım.
Betül Dursun